ein Bild


SOKAKLAR; KERHANELERDE DOĞAN KANSERLE TÜKENİRKEN

  kerhaneleri dolduranlar taşıyor  kentin sokaklarına. kent, sokaklarının ıssızlığını  kaybettikçe  yitiriyor  bekaretini. artık  şehri  yönetenler,  boyatmaya ihtiyaçta duymuyorlar üstelik  kerhaneleri. karanlıklar  yitiriyor  önce anlamlarını ve ardından saklı aşk kaçamakları. tutulmadık köşesi kalmayan kent usul usul teslim oluyor kansere. yeni insanlar doğuyor, doğan insanlar kanseri  azdırıyor ve kent usul usul  ölüme gidiyor.

     bir katliam yaşanıyor sokaklarda. masumiyet katlediliyor ve can çekişmesi için bir kadın bedeninde tecavüz ile taçlandırılıp kaldırım taşına terk ediliyor. artık eskisi  kadar  cesur  olamıyor kabadayılar, oros..luk onlarında gözlerini korkutuyor. kimse önden sallamıyor  bıçağı, zehir damardan enjekte  ediliyor. ve gece gün yüzüne çıkarırken tüm bu gerçekliği  yanan spotlardan ürken pisliği güneşle  birlikte çöpçüler temizliyor. bir kedi miyavlıyor ürkek gözleriyle olduğu köşeden. sanki tanık olduklarını döküyor tek tek. anlamıyor kimse, ama anlaşılmıyor anlatılmak istenen. masumlar gün be gün saf değişiyor. döneklik maharet olarak tanımlanıyor. nitekim dön! nidasıyla tüm yosmalar kıç deviriyor.

      siyah beyaz fotoğraf karelerinde kalıyor tarih. masumiyete  mezar oluyor sepya tonların hakimiyetindeki resimler. her  sessiz  sedasız yitip gidenin ardından bir siyahla bir  beyaz gözyaşı döküyor. sevmeye  gelince; bir ince burukluk,  saplanmak için çırpınıyor bir yerlerde hala  kalmak için direnen adamlıklara. insanlığa  dair belki de son kalıt olan sevda asaletini kaybediyor, bir yosmaya  ad olduktan sonra. gitmeler  yaşıyor  kent, defalarca  terk ediliyor. hala  buruk  şehir,  hala ağlamaklı üstelik. ama kimse acımıyor donuk ve kanlı gözyaşlarına. kent sokaklarında  umursamazlığın esaretine düşmüşlerce tecavüze  uğruyor...

       kirleniyor  doğa, kirleniyor  sokaklar ve kire  teslim oluyor  kent. yer betonun donukluğuna  bürünürken, gök ağır bir  griye  saplanıyor bakır tonunda. bakir olmayan kentte alışıyor  tüm olan bitene. müzikler çalınıyor ardından, bir uğultu sedası oluyor  sokakların. kadınlar  geçiyor ve adamlar  bildik manzaralar bunlar. başka  adamlar geçerken yanlarında yeni oğlan manzaralarıyla kent son lanetini  yağdırıyor. çaresizlik; bir pranga olup kilitleniyor şehrin yüreğine. beyaz çıkageliyor bir anda karanlıktan doğarak. bir umut sanrısıyla birlikte üstelik. çok geçmiyor gerçeğin deşifre edilişi, çok  geçmiyor beyazın doğduğu anneye  dönüşü. ve karanlığın piçi beyaz, hafızasını siliyor kente tecavüz edenlerin kollarından süzülerek. gerçeklik bir kez daha sansüre uğruyor.

      sansürsüz gelişen iğrençlikler, sansüre ihtiyaç göstermeksizin kenti ele geçiriyor. masumiyeti  damarlarından çekilmiş kent artık bakir bile  değil. bir intihar dansı başlıyorken içinde, sokaklarında doğan ölüm intiharı utandırıyor. çaresizlik ise bir kez daha yakassına çöreklenmiş şehrin. ve yaşanıren tüm bu trajedi, önce adamlığından oluyor yenik kent....


                                                     k.z.


         


AYIK KALMA ÇABALARI

   Uykusuzluk,  zihnimin gözlerime zulmü olsa gerek. Bir nevi geri dönüm.  Gözümün her gördüğünü işlemek zorunda olduğundan bitap düşen zihnim, uyku seanslarıyla dinlenmeye çalışan gözlerime intikam oklarını batırıyor olmalı şimdi. Neden bu kente güneş erken doğuyor ki? Oysa ben geceleri rahatlığa kavuşabiliyorum ancak.  Yorgun düşünce iyiden iyiye bedenim ve zihnim alelade tribine girmeye başladığında etrafımda arıza yaratmamak adına kendimi eve kilitliyorum genelde. Uzak tutuyorum gözlerim ile beynimi bir birlerinden. Ama yetmiyor aralarındaki savaşı durdurmaya. Duvar hala beyaz, günlerdir öylece bakıyorum ama henüz bir değişiklik yok.  Kirlenmedi hala, sararmadı ya da rutubet henüz işlemdi içine. Günlerdir oturup öylece durduğum tahta iskemle henüz isyan etmedi, gıcırdamadı mesela. Ve nitekim dünya hala dönüyor, biliyorum.

                 Tutamıyorum kendimi, insanlar arasında.  Bakışları altında eriyişimi durduramıyorum. sokaklar  sarhoş ediyor beni. insanlar ve onların bakışları uyuşturuyor beynimi. Tutuluyorum, öylece kasılıp  kalıyorum. Hareket etmem  zorlaşıyor, sanki  tüm vücudum ağır bir  kütleye  dönüşüyor.  Bir  iğretidir  konuyor  ağzıma.  sinsice  sızıyor  oradan mideme,  bulantılar  başlıyor, bulantılar... Frederick Nitchsze. Bir an, o  oluveriyorum. O’nun  gözleri  konuyor  beynime. Çok geçmeden anlıyorum aynı şeyler olmadığını bulantılarımızın. Değişmiyor hiç bir şey hala bulanıyor midem her zaman olduğu gibi ve ardından kusma  sendromları... bir bar  köşesine kondurabiliyorum ancak, tonlarca ağırlığa  erişmiş  kütlemi. Kütle! Evet,  maddesel manada yalnızca bir  kütleyim,  işgalci.  İşgal ediyorum boşluğa ait  bir yeri. Tıpkı arsa  mafyaları gibi.  Ne farkımız  var ki, ne hakla  suçlayabiliriz onları. Sahipsiz olan her şey sahip çıkanın değil midir? Karanlık geliyor  ortam biraz daha, yıldızsız  bir tavanın altında olmaya  veriyorum sebepleri. Sahnede bir kadının ağzından dökülen "boş ver arkadaş" sözünü  işitiyorum  minik  minik. Bir  mırıltı  gibi  yankılanıyor  kulaklarımda, önce  beynim olumluyor  ve ardından dilime pelesenk oluyor;  boş ver arkadaş...

                 Boş veriyorum ellerimi, tanımadığım halde birayı  uzatan kadına. Dolduruyor boşluğu. Dilimden düşüyor  ondan sonra. Bir şişenin kapağının altında saklanıyormuş meğer her şey...  Ayılmak istiyorum. Ayılmak için  tek  yol  belki de,  kapağın altındakini tüketmek. Ve ardından kilitlemek  benliğimi  dört duvar arasına. Daha  fazla  gitmiyor. Kaç kapağın altındaki  her şeyi tüketsem de  yeterince  tamamlayamıyorum, tam olamıyorum hala. Hüzzam makamında bir küfür  türetiyor  beynim, kendimi sokağa  atmamla. Küfrü duyan üçüncü türün bir bireyi  umursamıyor makamından ötürü. Bakıyor sadece,  çekingen ve ama  fakat ihtiraslı... Gözleriyle yokluyor  pantolonumun gizlediklerini. Diliyle tattığı tenimdeki  amonyak tadı,  geri  itmesine neden oluyor  kendini. Keskin, soğuk ve mayhoş tat  ürpertiyor  tüm arzularını. Ve taşmıyor şelalesi, böylece olması  muhtemel bir  sel baskını  engellenmiş oluyor. Islaklık! Ancak bir kadına  yakışıyor oysa. Şimdi bu karşımdan geçen, ya o hangi  sıfatla ıslanıyor olabilir ki?...

                 Kaldırımlar! bir kentin kimliğini barındırır. Kaldırımları tanıyanlar sorgulamıyor  ortopedik taşlar üzerinde kıvrılıp yatmış bedenlerin kimliklerini. Kentin polisleri de var bilindiği gibi. Sıcak arabalarında çorba içen kıyak abileri sokakların. Bir sigara tırtıklıyor  kirli sakallı bunak, kadının birinden. Ve kadın sigaranın ardından aleve boğmuyor maalesef ki göbeği yerinde Hipokrat  beyimizi. Ağzında sigara ve hala  soğuk vücutla kalakalıyor  öylece. Bir piç gibi. Habersiz, her sokağın bir piçe muhtaç olduğundan. Bermuda kokuyor, uzaydan görüntüsü  caddelerin. Şeytansı  üç türün kesiştiği sokak araları, müthiş girdaplara sahne oluyor. Hayatlar birbirine giriyor müthiş bir hızla. Belki de  bundan dolayı kalitesi artıyor adı yaşam olan filmin. Doğal jargonların ve alışılmadık repliklerin hayat bulduğu  gündelik sinema  filmi; yaşam  sahneleniyor  bihaber. Dram katıyor  tüm olan biten,  aksiyon  sahnelerinde  devreye  giriyor  siren sesleri. Nedeni bilinmeyen bir  arbedede suratına jilet yemiş fah.şe kanıyor. Sahne kırmıza boyanıyor birden. Bir hesap kesiminden geriye bu kez kaymış bir faça kalıyor. Yazık oluyor belki ama, heyecanda gerekiyor  arada dünyaya. Çarpıntısı atıyor birden, belki de ondan olsa gerek ani bir sessizlik  çöküyor  dünyaya. Film kaldığı yerden dönüyor, bir önceki sahne atlanmış bile çoktan...

                  Kısa adımlar. Uzun yollar boyunca  kısa adım atanlar zamanın ne olduğunu daha iyi anlarlar. Duralamayan bir  oluktan sızıyor  zaman. Durdurulması imkansızı vuruyor. Suflör inceden geçiyor rolleri, zaman ise kalından geçiyor rollerin üzerinden. Adalet güce dayalı. Bir  ceylanı parçalayan aslanın azı dişinde saklı işin özü. sokaklar bir  matadorun kızdırdığı  arenalara  dönüyor. Herkes  kızıyor  yalnız. Matador herkesi kızdırmayı başarıyor bu arenada. Bir sokak lambasının ışığında sergiliyor bir kaç kadın hazinelerini. Sahnenin karanlık  yanında beyaz kullanıyorlar. Karanlığın içinde daha iyi seçilsin diye seçilmiş olsa gerek bu renk. Ya da karanlığa dayanamayanların, ona karşı sığındıkları masum şeyin adıdır beyaz. Masumiyet boşlukta salınıyor salınıyor ve gelip konuyor zihnimin salıncağına. Masumiyet, bir kara lekedir siyahın üzerinde. Siyah, ise kudrettir, güçtür. Yol bitmiyor. Film çok uzun, her adımda bir  başka sahne geçiyor. Yönetmen keyifli olsa  gerek  zira  her şey istediği gibi  icra  ediliyor. Bir küçük adam, elinde çiçeklerle yamanıyor sevdayla dolu yüreklerinin gölgesinde yürüyor  kör aşıklara. Bir kırmızı gül dayıyor  adamın gövdesine küçük adam. İyi  kıvırıyor vazifesini, korkmamayı  tastamam öğrenmiş. Hiç etmeye kesin kararlı aşkın parasını. Aldırmıyor  aşığın cüssesine, o vazifesi gereği kırmızı gülü okutmaya çalışıyor aşıklara. Habersizce kırmızı gülün, kanı çağrıştırdığından... Daha ne kadar yol kaldı? az, çok az  ölümle kıyaslandığında.

                  Anahtarım cebimde kaçıyor  onu arayan elimden. kapı  büyüyor ve izin vermiyor ayılmama  bir türlü. Elim anahtarı zapt ediyor ruhumda  kapıyı. Kendine gelmeyi diliyor zihnim yönetmenden. Film kısa bir ara veriyor. Mısır ve kola! Eğlenme vakti yaklaşıyor anlaşılan gündüz gezenlere. Geceden kalma sahnede dans... baş  döndürücü  geliyor ayık  tüm zihinlere. Bense bir  kez daha kaçıyorum sarhoşluğun büyüğünden. Sabah   güneşin uyandırdığı insanların göz bebeklerinden.

 

            Uyumak istiyorum. Sanırım bunun için zihnime hatırı sayılır  bir teklif sunmam gerek...

 kayra zoran







KAYBEDENLER
 ( henüz yeni adımlarken çıkılan yolu)

    Dünya gözlerinden sızan bir ışıktı evvela onların. Doğmak denilen şey onlar adına, yapılan tek kale bir maçta boş kalmış kalede görülen bir golden ibaretti. Tıpkı kirli bir atık gibi, atılmış bir gol. Hakemsiz oynanmış bir maçta erk sahibi olanın daha fazla savunamayan tarafından boş bırakılan kaleye, en hayvansal bir hissiyatla zevk denilen dağın zirvesindeyken attığı goldü doğan her kaybeden. Onlar istememişlerdi doğmayı, tıpkı itildikleri dünyanın sonunda bir yerlerde onları bekleyen ölüm gibi kontrolsüz bir olumlanmanın neticesiydi her biri. Belki de bundandı gök kuşağının altında olduğu söylenen küp dolusu altına inanmayışları. Efsanede geçen küp onlar için mezar altın ise ölümden başka bir şey olamazdı.

    İstem dışı gelinmiş bir dünyada isteksizlik üzerlerine sinmiş koku gibiydi her kaybedenin. Ve bunca isteksizliğin en kötüsüne ise yaşarken şahit olurlardı. Attığı golden sonra, atılan daha güzel goller neticesinde kendinden nefret eden bir baba, o babaya ait olan çocuğuna o adamın üzerine kusacağı zehri kusan bir anne. Pişmanlıklarla dolu bir evde yaşamaya çalışırken patlayan bir volkan gibi zamanı geldiğinde kendisini bekleyen ölüm sürecine atılmaların gecikmediği bir yaşam.İşte belki de kaybetme zincirinin merkez halkalarıydı bunlar. Gördüğü bir şey üzerine iç çekip başıyla gördüğü ve hoşuna gittiği objeye bakan diğer herkesin aksine görmezler, iç çekmezler, istem duymazlar ve en keskinide umursamazlardı. Çevrelerinde, çevreyi ihtiva eden hiç bir şey ve olup biten her şey bir hiçten ibaretti onlar için.
    Kaybedenler umursamazlardı. Zira her umursayışta acıları dahada artar ve saplanırdı bedenleriyle ruhlarına.
Sevmezlerdi. Gerçek sevdanın anatomisinden haberdar olduklarındandı bu eksiklikleri. Yeryüzündeonları anlayacak bir insan neredeyse yoktu. Bir kaybedeni en iyi yine bir kaybeden anlaya bilirdi. Ve kadının kaybedenini ayırt edebilmek için meteforal bir analiz gerekirdi. Sevmek için müthiş kuvvetli bir bağ gerekirdi.Ve onlar yalnızca bir kez bağlanabilirdi hayatları boyunca. Zira bağ bir kez koptumu herkesin aksine dikiş tutmazdı kopan bölge. Sevmek bir kaybeden adına durması demekti zamanın ve yaşam ikinci duraklamayı vermezdi. Altın golü bulan kazanırdı. Onlar aynı maçta iki kez kaybetmezdi ve diretmezlerdi yeniden diye. Bir bağ, bir kopuş ve bir anlık dip. İkincisine nefes yetmezdi.

    Kaybedenlerin kaybedecek hiç bir şeyleri olmaz, bundan dolayı kaybedendirler onlar.....

     (ikona)

Fiziksel analizlerin bir boş oyalanış, zamanı harcayan savurganlık olduğunu bilir her kaybeden...

    Postun bedene oturmuşluğu, bir öküzün çimenliğe yayılışı gibidir. O istemedikçe kaldırılması güçtür öküzün yayıldığı yerden.Ve belki de posta kulluğa gidiş bunun benzerliğinden öte ta kendisidir. Önceleri post ile açılan kapılardan içeri, sonralarda bir esir olarak girilir. Günler birbirini kovaladıkça zihin yener bedeni, ve postun ardına itilmiş oluşunun intikamını alır. Postla yaptığı ittifaktan ise en zararlı yaşayan çıkar, esir olarak. Bir camekana benzeyen sokaklar ve doluşum merkezleri (barlar mesela, kafeler, kumarhaneler, kerhaneler ve her yer) neyin nasıl olduğunu bilmeden takıp takıştıran, süslenip sürünen, ve türlü giyimlerle kişiliksizleşenlerce dolu. Ve kaybedenler bu hengamede ki parlayamayan mat madeni bulabilecek tek teknikerlerdir. Bulur çıkarırlar, ve birer ikona haline getiriler... Ardından kaybolurlar bir başka bilinmeyende.

Kaybedenler göz pınarlarının kuruluğunu, ikonlarının ıslaklıklarıyla giderirler ve tanrılara karşı ancak böyle direnebilirler...

Bir kaybedenin belkiVde en çok istediği şeydir ağlayabilmek. Ama becermediği belki de tek şeydir. Çünkü itildiği andan itibaren kendisinden yana duyulan pişmanlıklar kine, hiddete sürüklemiştir onları. İstekleri dışında meydana geldiklerinden, istekleri yoktur hayatlarında. Bir hayat çarkındaki dişlilerin arasında ezilmeyide, dişlileri kırmayıda umursamazlar. İşte bundandır ağlayamayışları, kırılamayışları. Dağınık geldikleri dünyada dağılmayı ya da toparlanmayı umursamazlar işte bundan. Onlar sudan ve çamurdan yaratılmış olma anlatımlarını anlayabilirler. Zira ıslak kalmaya mahkumdur her insan. Kuruluk;acı ve ızdırap verir. Tanrılara karşı kuru savaşımlarında molaya ihtiyaç duyan her kaybeden, az ötesinde bıraktığı ikonasının ıslaklığını kullanır. Bu anlar esnasında güç tazeleyip kendi belirledikleri yaşamlarında tanrılara inat yüzebilmek için yapacakları savaşa hazırlarlar kendilerini. İkonaların göz yaşları ile güç tazelerler. Ve ancak bir kaybeden bilebilir ikonalarında ağlayacağını...

Kaybedenler, tanrılarla savaşlarında akıttıkları kanlarıyla ıslatırlar kuru göz pınarlarını.

    Acıyla doğar her kaybeden ve acı tanımaz doğumlarından sonra ruhları...

    Bir sızı coğrafyasında yönünü kaybetmiş bir yığın pusulasız avare avare gezinirken, ancak onlar umursamazlar yönleri. Bir şey aramadıklarından dolayı ancak kaybedenler kaybolmazlar. İstemedikleri bir dünyaya yine istemedikleri bir bedenden fırlamaları ve/veya her hangi bir tuvaletin her hangi bir kurnasına düştükleri andan sonra ve ölümün kucak açtığı bir yaşam denizinde yüzme zorunluluklarının farkına vardıkları andan itibaren kaybedenler acımazlar. acı istemsizlik olarak yapışmıştır ruhlarına ve bundandır ki hiç biri acı duymaz ruhunda. Zira her acının ilki can yakar. Ve doğumun acıttığı ruhların acıması neredeyse imkansızdır yaşamda. Gözleri önünde yaşanan ölümler, cinayetler, fahişelikler ve bağımlılıklar bir sızı bile düşürmez kaybedenlerin ruhuna.Öyle ya kaybetmeye devam etmek ile kaybettiğinin farkına varıp bu gerçekle yüzleşebilecek ve hatta savaşıp galip geldikten sonra umursamayacak kadar güçlü olabilmektir kaybedenlik. işte bundandır her kaybedenin hissiz, acısız ve umarsız oluşu.

Kaybedenlerin göz bebekleri var olan tek hakikati işler zihinlere...

    Bir kadın ya da bir adam baktığı bir gözün içinde koyu, derin ve kuytu bir karanlıkla karşı karşıya kalırsa, zihninde ÖLÜM seslerinin tamtamlarla kazınmasına karşı duramazlar. Hiç bir yaşayan kaybeden gözlerde kalamaz uzun süre. Ölüm işleyince zihinlerine ürperir, ürker ve yeis içinde yok olurlar. Ses telleri kopar ve gözleri işlevini unutur anlık olarak. Zaman durur ve artık söz onlardadır ya son vuruş indirilir ya da yol verilip azat edilir. Bir kaybedenin gözlerine bakma cesaretini gösteren yaşayana. Öyle ki bu son aksiyonları sonunda ya bir ölü kalır geriye yada bir kaybeden tarafından vaftiz edilmiş bir ruhsuz. Her iki durumda da bir nakış işlenmiştir onlar tarafından ölü hücrelerin kuşattığı zihne...


Kaybeden gözlerden geriye piçe dönmüş bir ruh kalır ancak

    Kaybedenler; kazanmak, direnmek ve sonunda ise hayatta tırnaklarıyla akıtılmış kanlar bırakmaya adanmış bir ömrü sürdürürler.

    Doğum sancılarını doğuranların değil, doğanın çekmesidir kaybediş. Ve bu acı yalnızca bir kaybedene biçilmiştir tanrı tarafından. Usta bir terzi gibi oldukça şık bir elbise olarak biçmiştir tanrı onların üzerine bu acıyı. Bir şövalye gibi kuşanır her kaybeden bu elbiseyi üzerine. Sonrasında belki bir dartanyan, belki bir kızıl maske ya da kara murat değil kaybedenlerden kurulmuş şövalye birlikteliği doğar. Bir kaybeden bir ordu nezdinde atılır yaşam ile savaşa. Sonunu bilsede asil ölmek adına sürdürdüğü yaşamında, tırnak izleriyle yırttığı bedeninden oro...pu ruhuyla hasbihal ederek kanatmak ister yaşamı.

Azil edilerek geldikleri hayattan asil ayrılmak isteyendir kaybeden.
   
    En büyük kaybı doğarak yaşayanların yaşayacakları daha büyük bir kayıbı yoktur...

    İstemedikleri bir dünyada istenmeyenlerdir kaybedenler. Altıpastan sonra buluştukalrı kale filelerinin sarmalayışıyla kurtulamadıkları rahimden düşer her kaybeden hayata. Öyle ya da böyle. Böylesi bir enkaz haline dönüşmüşken, çarpılamayacak kadar büzüşmeleri neticesinde bir sonraki boyutunu bırakmamaışlardır kazaların arkalarında. en büyük kaza kendileridir. Ve hiç bir kaza bağlamaz onları oldukları yere, kalmazlar, tutulmazlar ve tutunmaya ihtiyaç duymazlar. Fren balataları kopmuş ve yalnızca el freninin acı durduruşlarına mahkum hayat sürer dururlar. Doğarak yaşadıkları kaza ölümlerine neden olan kazadan daha elim değildir onlar için. İstemedikleri yerde istenselerde kalmazlar.

Gizli bahçenin planını bilen ama o bahçedeki güzellikleri umursamayandır kaybeden....


    Kaybedenlerin ardında kalanlar, bir gün hesap sorarlar.

    Hiç biri sonunu düşünmez. Düşerken uçurumlardan kimseyi yanında istemez. Bu ya yanındakilerin güçsüzlüğü ve can tatlılığından ya da yağan cehennem yağmurlarının eritecek olma korkusundan olsa gerek. Kaybedip dirilmek kolay olsaydı döndüğünde can vermezdi dönekler. Bir göz yaşı akarken gidişlerin ardından her damla topraktan sızar ve düşer kaybedenin yüreğine. Ve bu sayede unutmazlar, unutamazlar  yürekleri oluduğunu.İnkarların ardında gizlenen inkar edilemeyecekler, sırıtıp durduğunda bir hançer olup saplanır ruha ve kalbe ardın sıra dökülen yaşlar. Bu keder havuzunda yalnızca susarak hayatta kalabilirler. Arzuladıkları ölüm suskusunun hayal kırıklığında yapabildikleri kadar susarlar ve sustukça aşık olamazlar.

Kaybeden lügatı sevdayı ölüm gibi işlemiştir dimağa.

    Sevda ekmektir, sudur hani. Kaybeden her kayıp bilir asıl olanı. Öyle ya aslolan yaşamaktır ve diğer her bilinen doğru bu şemsiye altında kaldıkça ıslanmazlar yağan yok oluş yağmurlarında.Kaybedenlerin bu denli sağlam adımlarla yok oluşları yağmurda yürümeye olan sevdalarındandır ancak. Sevda bir duraktır herşeyin son bulduğu. Zamanın. İnsanın, egonun, idanın ve tanrının bile hatta. Ancak onlar göze alabilir tanrılarla ve onlardan olan herşeyle savaşmayı. Ve aşık olmayı....

Kayıp ruhlar manastırına sığınır her kaybeden, kaybettiği kanları tazelemek adına

( son demleriyle tarih)

    Kaybedenler bir sonun başlangıcını yaşarlar ve onları bekleyen hiç bir süpriz son yoktur...

    Ancak hazırlıksız olanları yakalar sonlar. Ve kısa donla gezerken martılar yüz yıllık bir ağrıyı taşıyanlar, ne martılara hayıflanırlar ne de hazırlanmaktan yoksunlara. Tanrının eliyle yarattıklarıdır tüm olan biten suç ve ceza diyor ya Dostayevski, işte suçda cezada tam yerli yerinde aslında. Hazırlıksızlıklıkla suçlananlara bir cezadır kaybedenler bir manada. Ya da tam tersi her şeyin. Hiç bir kaybeden beklenmedik bir portrenin figüranlığında bulmaz kendini. Zira kalemde tabloda onların dokunuşlarından yansır cihana.

Kaybedenler, faziletli birer nedamet sahibi brujuva olamazlar zira onlar köprü altlarında çıplak ayak gezmeye alışıktırlar...

    Bir kaybedenden tapınılası bir kahraman ve idol olmaz. Zira onlar birer resim gibi asılı kalamazlar camekanlarda. Eskirler her bakıldıkça ve yıpranırlar konuşuldukça. Onların yaptıkları yapılamaz zira bunu sürdürecek bir zihin bakire kalamaz ve çok geçmeden sorular doğurur ve her doğurduğu soru ile gün be gün boğulur. Onlar istendiği için değil istediği için yaşar atıldıktan sonra dünya çöplüğüne. Sınırlarını kendi çizemediği dünyada, hayat sınırlarını yırtar yaşam kitabından ve ezberletir dimağlara. Son nokta. Evet aslında her birinin son noktası olacaktır bir gün kendileriyle fısıldaştıkları köprü altı meyhaneleri bir anda.....

Kaybedenler zihinleri beceren birer sanatçıdır seksin sanat sayıldığı bu zamanda.


Sokakların gölgesidir her kaybeden...

    Ayın engellendiği, yıldızların sayılamadığı ve sisin göz perdelerine değin indiği gecelerde sokakta var olma cesaretini gösteren her insan ensesinde onun nefesini hisseder. Onun; gölgesizlerin dahi gölgesi olanların, kaybedenlerin. Issızlığın tam ortasındaki yankıdır, Gür çığlıktır onlar. Yosmalarını yitirmiş köşe başlarının sahibi, yani oro...ğun meslekleştiği bir ülkenin eksikliğinde yarım kalan o mistik güvenliğin koruyucularıdırlar. Yanlarından geçildiğinde bir hiç olduğunu hatırlayan her insanın kabullendiği ve bu vechizle reddettiği birer yaşam kalıtıdırlar. Dünyanın içine salınmış birer hesap sorucu ve aslında yaşam savaşçısıdır kaybeden. Her şeyinde ötesinde tüm varlığı ile kişiliksizleşmeye çalışan sokakların yitip gitmeyecek sadık savaşçısıdır.

Bir şiir ya da bir şarkı en çok onlardan bahsederken sarsıntıya yol açar bam tellerinde...

    Bir kaybediş draması ya da Herakleosun deyimiyle bir kaybediş destanı söze duhül olmuş ise vah. Vahki o destana tanık olan ve hatta destanı ruhunda o ya da bu şekilde hisseden her insan müthiş duygu helezonları arasındaki salınımlardan kaynaklanan yıkımlara, depremlere gark olur. Öyle ya bir hatadır her kaybeden, hayat denen süreç filminde. Her hata kazınır zihne ve kanatır tüm şahitlik eden dimağları. Bir bıçak saplanınca hissedilecek acıya benzesede daha elim ve daha diplere sinen acılar ile çevrilir her anlatıda. Bir kaybeden ölümü dikte eder yaşamla savaşmaktan acizlere ve her dikte bir kurşun olup patlar hissedilen zihinlerde.

Kaybedenler bir intihar eyliminde silaha konmuş tek ve son mermidir an geldiğinde siler zamanı...

Kaybederken bulabilen ve buldukça yitip gidendir kaybeden....

    Elleri cebinde geçer sokakta yanınızdan bir kaybeden. Onu fark etmezsiniz istesenizde istemesenizde. Sadece bir beden yürür ve görebilirseniz sadece bir beden görebilirsiniz sokakta başı öne eğik elleri ceplerinde yürüyen. tanımazsınız ve umursamazsınız en az onun kadar. Ama aslında yanılırsınız aranızda keskin bir fark vardır, zira sizin bilinç altınızda hala boş bir yer varken o bilinç altını çoktan iptal etmiştir. Bir kayıp olarak geldiği dünyada önce dünyayı bulur, ardından kendini, ardından insanı, ardından yaşamı ve arayışlarını. Sonra bir çırpıda yaşamaya meyillidir onun rüzgarı. Bir başından bir başına sürüklenir durur rüzgarla yaşamın ve arayışları çözülür evvela, ardından insan tanımlaması, ve dünya ve yaşam. Sıra kendine geldiğinde daha cesurdur ve daha hazırdır büyük savaşa. Bilir  yaşanılacak en büyük savaşın kendiyle savaşmak olduğunu insanın.  Kazanmanın yolunuda bulur elbet, kazanır her bulduğu şey ile. Kazandıkça kaybettiğini keşfeder. Keşfettikçe yavaşlar nefesi. En büyük galibiyeti, ölümünü getirir peşin sıra ve ardından ölür.

Sınırsız bir bilinmezlik deryasında her tür felsefik oyuna karşı tuşa gelmeksizin sürdürdüğü arayışlarının sonuna geldiğinde geriye kalan son şeyide yapar kaybedenler. ÖLÜRLER. ( dıe is curt cobaın (same as same) )

Ruhuyla yaşar her şeyi kaybedenler tıpkı ruhuyla erdikleri sonları gibi.

    Onlar adına beden; taşımak zorunda oldukları bir ağırlıktır.  her kavgada
bedenen kanamazlar . Akan kanları bedenlerinden oldukça kanamazlar. Onların kanayışları, kanamaların en ızdıraplı olanıdır, ruhlarıyla kanarlar onlar ve bu nedenle her kanayışta biraz daha soğur, daha çok ürker ve daha da acımasızlaşırlar. Sanal dünyada, sanal birer oyun kahramanı değillerdir, aksine tozlu sahnelerin toz yutmuş oyuncularıdırlar yitik de olsalar. Aldıkları nefesle,bedenleri kendilerinin dışındaki yaşamlarını sürdürüken yaşamın ızdırabı ile solur ruhları. Oksijenin en yakıcı halini çekerler içlerine ve acı ile hayatta kalırlar. Belki de kolay sevemeyişleri, kolay aşık olamayışları kolay bağlanamayışları. Ve daha nice kolaylıklara sahip değildir ruhları. Bundan dolayı suçlanabilirler, belki dışlana bilirlerde. Ama bunun zerre kadar önemi yoktur onlar için, kaybedenler umursamazlar kendilerinin yönetmediği sahneleri.

Suçlanamaz sıradan yaşama sahip olmayan kaybedenler, sıradan acılarla dizginlenemdiği için ruhları


" kayıp gökküşaklarının yaratıcı yağmurlarıdır kaybedenler. "

    Umutsuzluğun çözdüğü umut denklemli yaşama, sanal bir umut yerine yaşamla savaşmak adına devam eden barbar yaşayanlardır onlar. Sürdürmek başlatmaktan daha sancılı olamaz.(bir kaybeden sözü) "bir kere yapmışsan sonrası için yüksek değerli nedenlere ihtiyaç duymazsın." İstemedikleri hayata istenmeyen olarak doğmalarıyla yaşadıkları sancının ötesinde Hiç bir doğum olamaz. Yaşam sadece tamamlanması gereken bir süreçtir. Yaşanır ve sonlanır. nedensiz ve koşulsuz. Zamanın olası her hangi bir diliminde umutsuzluğa kapılıp ümitlerini yitiren milyarlarca insan arasında her kim olursa, o muhakkak bir kaybeden ile göz göze gelir. Ve kaybedenlerin gözlerinde oluşan gökkuşağı, hani hiç akmamış göz yaşları neticesinde oluşan o büyülü dekadans ambiyans, yitirilmiş her ruh adına büyüleyici bir seans olur. Bu seansın sonunda o yitip gitmeye yönelen her ruh hayata döner. Yaşanılan o müthiş dekadansın neticesinde. tanrının yarattığı her kaybeden bu sayede tanrıya karşı yarattıkları yeni ruhlarla bir hamle öne geçer. Öyle ya da böyle.

" Bir camekan vitrininde yaşayan tüm yaşamlara inat, paçavra ruhlu birer penadır her kaybeden."

    Dünyanın zaman aşımına uğraması gereken bir devrinde yaşıyoruz. Nasıl derler; bir eski dönem gemisinde kaptanın gözüne girmeye çalışmaktansa gemiyle denize açılmak ve seferler düzenleyip savaşlar kazanmak önemsenirdi. Ama bu zaman aşımlık devrin derdi kaptana yaraşır birer yalaka olabilmek. Kadınların kendilerini vitrin mankeni haline getirmesine erkeklerin salya akıtarak tepki vermesi ve onlardan daha şuh bir meziyetle süslü kontes itleri haline gelmesi tüm gözleri boyasada gerçek hiç değişmeyecek; can alınma anında her beden aynı acıyı tadacak ve her ruh bir isyanla bağrını yaracak. Kendini kaybeden sanıp sahte kayıp replikleriyle muhtemelen kaybettikleri değerli birer eşyalarını kaybetmenin verdiği çelimsizlikle edilmiş bir kaç süslü söz söyeleyerek bir karşı duruş şeridine geçmeye çalışanlar yolun karşısına geçme girişimleri esnasında ağır bir trafik kazasına uğrar ve yiter giderler. Oysa kaybedenlik yeryüzüne gelmekle lanetleişin yaşattığı o acı müptelası ruhlara aittir. Ve o ruhlar ölürken yaşayacakları acıyı yaşamları esnasında kanıksadıklarından vitrinlerin süslü mankenleri kan revan kahrolup helak olurken onlar sadece tebessümleriyle gömecekler. Zira yaşarken acyla beslenenler doğumlarından daha büyük bir acı ile lanetlenemezler.

"kaybedenler, ruhlarında en kanlı savaşları sürdürebilenlerdir."


kaybedenler bir kozadan çıkmadılar...

    Doğa türlü oluşları sahneledi yaşam denen süreçte ve hala etmekte. Ancak görünen o ki yeni bir doğuş türlenemeyecek var olanların kıyısında. Tırtılların kelebeğe dönmesi gibidir insan yaşamı, bir an evvel evrim geçirmek için çırpınırlar ve ardından yaşamın kısalığından dem vurur ölüme isyankar olurlar. Oysa bir kaybeden yeryüzüne bırakılan onlarca balık yavrusundan biridir. Bir kez atıldıkları dünyada gözlerini açtıkları anda farkına varırlar olan bitenin ve sahneyi sahiplenirler. Onlarca yavru balığın arasında hayatta kalanlardır ve ağır aksak evrim geçirip insan olurlar. Sonra direnmedikleri ölüm erken bulmaz onları diğerlerinin aksine. Kaçan kovalandığından olsa gerek kovalamadıklarından kaçmaz yaşam ellerinden. Onların hayatta kalmaları umursamazlıkları, korkusuzlukları ve belki de hislerden mahrum oluşlarına karşı hayatın ödediği bir diyettir belki de. Öyle ya da böyle hayata karşı ölmeyişleri ile bir sıfır önde girerler ringe.

"Kaybedenler, kaybolmazlar. zira ne onların kaybolacakları adresler vardır, nede aranacak bir yerler...."

" ancak bir yeri arayanlar kaybolur ya da yalnız gideceği bir adresi olanlar."
hiç bir adres bir kaybedeni içine sığdıramaz, hiç bir kapalı dizge bir kaybedene ev olamaz. "

    Bekleyecek kimsesi olmayanlardır kaybedenler, ya da olabilecekleri umursamayanlar. Ayak bastıkları havasını soludukları her yeni yer onların evidir, ve nefessizlikle tehdit edilene kadar yer değiştirmezler. Böylesine yaşayanlar, kaybolmazlar ve yabancılık çekmezler hiç bir yerde... Adresi olmayanlardır onlar ve adreslere sığmayanlardır.

"kaybedenler, sahiplenmeksizin sahipsizlikle lanetlenenlerdir..."


hiç bir şeyin tam yaşayanı değildir kaybedenler...

    Ölümüne aşkların, içlere sığmayan sevdaların, doyasıya içilip zom olmaların bir türlü zengin olamadığı gibi fakirliği tanımlayamayıp en sonunda hiç birini umursamayanların adıdır kaybeden. Sahip olamadıklarından ötürü yargılanamaz ve sahip olduklarından ötürü onurlandırılamazlar. Zira her iki durum içinde yeterince kanayandır onlar. Tüm beceremediklerince yaralanan ve bu denli yaranın akıttığı kanla ruhlarını yıkayıp bir buket günahından arınmayı başaranlardır. Tam almadıkları nefeslerdendir eksik yaşayışları belki de ya da bunca yarımlığı yaşatan sıkılganlıklarıdır . Utanmadıkları gibi kızarmazda yüzleri. Onur; onlar için kelimelerin tanımladığı değil, ruhlarını depresyona uğratan depremlerin adıdır. Hiç biri onuru için yaşamaz onursuzca getirildikleri dünyada, ancak onurları için nefes kesecekleri tahmini zor olan bir son değildir. Zevk onlar için yalnızca tatırmak ile görev adleddikleri şeydir. Tat dokularının zevk bölümü henüz doğarken iptal edilmiştir.

" Kaybedenler; eksik yaşamın tamamlayanlarıdır."

piçliğin babasıdır her kaybeden.

    Yalnızca babası olmayan değildir piç. Piç, dünyanın soyutlayıp bir köşeye bıraktığıdır. Ve kaybedenler babaları olsada birer piç olarak gelmişlerdir dünya ya ve bunun getirileriyle lanetlenmişlerdir. Yeryüzünde en tehlikeli silahın, aklın tek kullanıcıları olan kadınların en azılı düşmanıdır. Kaybetmek bir iğretilik gibi görünebilir ama her kaybediş yaşamı dahada güçsüz kılar bağışıklık kazanmış vücutlarda. Eksik yaşamın tamamlayanı olan kaybedenler, eksikliği yaşayan piçlerin babasıdır. ...

" Kaybedenler, yaşamın ters yüzünde gizlidir."


Sonsuz bir kuyudan çıkmayı başarmak, sonsuz bir kuyunun varsıllığına inanmak gibidir. dipsiz, abartısız ve sade. tıpkı bir kaybedenimn yaşamı gibi.


    Sıradan gün diye bir tanımlama yoktur. her gün bir diğerinin aynıdır. Değişikliği olumlayan ise anlık değer bilme yetilerinin gün ışığı ile barışmasından ibarettir. Ölüm olmayan, ölüm düşünülmeyen, ölüm düşlenmeyen bir an. alınan nefesle mutlu olma,olabilme hali. Yaşam hevesi ile direk bağlantılı olan yaşam enerjisi hiç solmayan bir yaşayandır aslında kaybeden. Yalnıcza buğulu pencereleri ile net gördükleri çerçevenin, aslında hiç güneş almıyor olma gerçeği mahveder onları. Bunun dışında alınan her nefes mutlu olmak diye tanımlanan huzursuz olmama halinin en büyük nedenidir onlar için. Sevinmek için yaşıyor olmak kafidir ve yaşıyor olmayı fark etmek ve bu farkındalık ile yere basıp, basılan yerde müthiş enerji sirkülasyonları yaratıp yaşam sarsıntıları yaratmak...  Kaybetme terminolojisine göre aslında ruhsal körlüğün yaşandığı tabakalarda ruhsal görü sağlayabilmek diyede tanımlanabilir kaybeden. Yani " ruhsal buhranların çıplaklığına dilbeste olmuş başka bir ruh taşıyıcısıdır kaybeden" denilebilir.


"Bilinen ilintilerin aslında hepsi boştur. Kaybetme mitolojisi nihilizmin kumsallarında güneşlenmez. Zira kaybedenler, güneşin ışığına saygı duymazlar ."


    Yeniyetme lirizminde en çok duyulan şeydir belki de nihilizm. Nihilize edilmiş herşeyin karşısında var olmak için yırtınan bir yığının dillerde türkü edişinden ibaret olmaktan kaçamamış nihilizm ne yazıkki kendi başını yediği yaratıcısının anlatımlarından uzaklara sürüklenmiş ve itildiği kıyılarda bir bohemlik ile yalnızlık ile tanışmıştır. Hiç diye bir kavram ya da bunu çağrıştıran. Hiç bir tanımlama kayebedenler ile ilintilenemez. Kaldı ki onlar birer dışsallık olarak atıldıkları dünyada ölüm ile doğum arasına sıkışan yığınların aksine onlar istemeden geldikleri arenada istenmeyen rakip haline getirilmişlerdir. Ve hiç bir kaybeden başladığı işi yarım bırakmaz, kişisel istekleri ya da ahvalleri gerektirmedikçe. Bir kaç bira şişesine sıkıştırılamayacak kadar büyük ve devasa bir lanettir kaybeden mitolojisi. Bir öğreti olamaz, bir özenti ya da özenilesi vitrin malzemeside, yeniyetme sohbetlerin ayrıcalık kazandırıcı övgüsel anlatımı yada anlatılanıda olamaz...
" Kaybeden doğulur, kaybeden olunmaz..."


"Hiç bir yürek yoktur ki, içine bir kaybeden sığdırabilsin, hiç bir kalp yoktur ki bir kaybedene beslenecek müthiş aşkı yetiştirsin yada hiç bir yaşayan yoktur ki kaybeden ile aşkın zirvesine erişebilsin."


    Bir sevda... düşünülmesi tahayyülü ve yaşanması neredeyse imkansızlık boyutlarında olan. ve belki de bundan aşk rüzgarıyla bir hazan yaprağına dahi konmayışı kaybedenlerin.( bu konuda daha fazla yamak belki de anlama saygısızlık olabilir. bundan dolayıdır ki bunca anlam kargaşasına atfen bu kadar açıklama kafi gelir sanırım)

Ne kadar zor olursa olsun en zoru dahi dilde büyür... kaybedenler imkansıza yol alırken önlerinde dikelen talihsizliklere yalnızca gülerler. zira her kaybeden bir talihsizliğidir yeryüzünün.

Zor... Dilin getirdiği tanım terminolojisinden bir söz. Oysa küçücük bir delikten sıyrılıp fırladığımız göze devasa gelen evren belkide ana rahminden bile küçüktü. Öyle ya biz ikisinde de birer kayıptık. İşte böylesi bir keskinliğe sahiptir kaybeden lirizmi. Felsefe sadece bir araçtır.Amaç ise körlüğe hapsedilen zihinde olabildiğince devasa tahribatlara yol açabilmektir. karmaşalığa mahkum minik hücrelerinde ölmeyi bahşetmektir her inkar edene. Zor; yalnızca bir aşinalığın neticesidir. Tanımlanamayan her "şey" adedince akıl ve kuvveti iştirak ettiremeyişin lanetidir yalnızca. Ve "hiç bir kaybeden lanetlenemez, en büyük lanetin kaybedenliğin kurbanları olmalarından."

" Kaybetmek dilde bir sermaye olarak yastık altlarında büyütülmüş nihilist bir söylence değil, yaşama lanetli, doğumun ve doğmuşun ruhuna sunulan bir ilintidir yalnızca."



kayra zoran







 
 
kaziN...
 
Bitmiş bir bardaktaki çay misali gibidir yaşam, bardaktaki yaşanılanın bitişine eş sayılır beklenen son. Bir yanılgı, bir kötürüm sahibi ve beklide bir hatadır kaziN. Son harfini hep büyük yazardı küçük harflerle yazdığı isminin.
     Filipinlerden döneli henüz üç yıl olmuştu. Oraya Amerika'dan kaçmıştı oraya ise nereden kaçtığını hatırlamıyordu bile. Yalnız ilk kaçtığı ülkenin Türkiye olduğunu hiç unutmuyordu ve belki de bu yüzden geri dönmüştü. Ne de olsa bildiği tanıdığı, gökyüzüne doğru gözünü açtığı ve kokusunu ilk duyduğu toprağın sahibi olan tek karaydı dünya yuvarlağında. Hayatın yüzsüzlüğü ile karşılaştığı ilk anda, en büyük buluşu yapmış mucit olmayı kabullenmeyişi neden olmuştu kaçışlarına, yer kürede bedenini saklayabilecek bir yer arama çabalarına. Yalnızca bedenini saklamanın mümkün olduğunu çok iyi biliyordu. Ruhu sığmıyordu ve sığamazdı da yer küreye. Belki de bundandı ret ettiği hisleri, ruhunun da ret etmek isteyişi. Bazen bir tost makinesine benzetirdi hayatı, sıcak iki metal yüzeyin arasında sıkışmış ekmekle eş tutardı insanı ve "işte hayat bir tostu daha sundu aç olan birine?" diye söylenirdi her kaybedişe şahitlik edişinde. Hayat iki guruba birden ev sahipliği yapmaz, iki takımlı maçta kazananların evidir hayat ve kaybedenler deplasman dezavantajından daha doğarken etkilenirler. Evet hayat sahasında kazananlar ve kaybedenler arasında yapılan maçta ne zaman bir kaybeden kabuğunu aşsa hayat kırmızı kart ile atar onu oyundan.
    Yıllar çok acı bırakmıştı kaziN'in benliğinde her acı biraz daha atık yığmıştı ruhuna ve bunca yığıntıyla dolu ruh sığmıyordu hiçbir yere. Annesi onu daha doğururken terk etmişti, babası da daha fazla bakamayacağını fark edince. Bir süre her şeyden bihaber devletin şefkatle yıkanmış kurumlarından birinde atlattı doğumunun ardındaki gelişimin ve kazanmadan kaybettiklerinin şokunu. Büyüdü, tabiî ki zaman onu da es geçmedi yaşlandı y

BİR EKSİK KUŞAK

Beat kuşağının kayıp yaşayanları. Evet eksik kalan kuşaktır o kuşak. Yeni arayışların belkide en yoğun gerektiği ve en ağır bedellerin onları artık umursamaz kıldığı kuşak. Evet belkide onların ödedikleri diyetler bu gün perhiz yapmamamıza neden oldu. Ve aynı arayışlarda boğulmayışımıza tabi...
LOST

Bir dönemin en bildik jargonu "lost". Evet gerçekten bir kayıp vardı. Tıpkı beat kuşağı edalı kayıp bir kuşak. Ne farkı var her ikisinin de... belki de yok ama bana göre oldukça farkli iki kulvar...

YİTİK NESİL

Bir popüleristlik hegemonyasına dalmanın sonucu, populist mantalitenin esaretine girerek kaybolup gitmiş, çoğulcu yaşam yerine bireysel yaşama sıkıştırılmış ve trendy olmak, markalaşmak adına bir yığın şebeklikler ile göz boyama işlevi içine girmiş, bohemlikten uzak ama sanki en koyu bohem yaşama mahkum edilmişçesine umarsız yaşayan ve toplumun tam ortası yerine kıyılarına itilmeye çalışılan bir nesildir.
Bir adam ve bir kadın ancak doğru tarihsel süzgeçten geçtiklerinde efsaneleşirler. Tıpkı Leyla ile mecnun gibi. En az onlar kadar yalan ve en az onlar kadar şanslı.


kayra zoran
 
Bugün 6986 visitorskişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol