EDEBİYATIN FONETİĞİNDE MÜZİK



   Okunan her şiir, okunan her öykü ve okunmaya değer her  kelime bir başka giyinir onunla. süslü giysilerin cezbedici kılıp daha bir modernize etmesi ile kaçınılmaz bir boyuta sürükler müzik. hayatın fonetiğini ihtiva edenin hayat anlatısını etmemesi belki de en garip vakadır. beğenilme dürtüsünden uzaklarda bir iç sesin harekete geçirmesi ile çalınan her melodi daha bir parıltı kazandırır hazan mevsiminin sislediği anlamlara. matematiksel bir değimle altın orana yakınlık derecesinde en iyiye bir adım daha yaklaştırır müzik, tüm anlatımları.

   Ondan değilmiydi lirin önemine dem vururcasına yunan melodileri feryad ediyor. ondan dğilmidir her öğeye, her nağmeye bir başka yakışıyor melodi. yalın hallerinde önemi muhakkaktır ancak ne vardır ki müzik anlatımsal gücün tamamlayıcısıdır. belki de henüz on yedisine girmiş yaımın rüşte erdirici ilahesidir müzik.

    Bir yazar şöyle diyordu "edebiytın müziği". evet olmaz demesin hiç kimse edebiyat ve müzik rakı ve beyaz peynir gibidir. olmazsa olur belki am ayalın kalır her dize. megadeth, ıced mesh, ıron maiden, hellowen, nirvana, zeki müren, aşık veysel....  sizler çoğaltın müziğin altın adamlarının edebi parçalarını. nasıl bilinmez ya da nasıl görmezden gelinir ki müzik edebiyattan, edebiyatta müzikten doğar. gam varsa keder var, neşe varsa mutlulukta var. aynel yakinliğe ermenin muştulandığı dizlere sufizmin perdelerinde çalınan ney taksimleri ve çalınan gitar rifleriyle daha bir  lezzet ihtiva eder.

   Öyle değilmidir ki her enstürümanın bile edebi bir karşığı vardır. ney feryadı resmediyorsa, gitar hazanı muştular. saz yangını anlatırken tambur asude bir ömrü resm edeer.işte bu kadar aşikardır herşey aslında...


                                                                      Kayra ZORAN



ein Bild




Fazla uzak bir zamanda değil, hemen yanı başından geçtiğimiz bir zamanda, 1991 yılının başlarında dünyaya bir bomba düştü. Adına 'grunge' denilen oldukça etkili bir bomba. Ne tuhaftır ki bu bombayı ne sabıkalı Einstein ne de bir başka bilim adamı yapmıştı. Bu bombanın patlaması sadece müzikle yanan bir bağrın ve içindeki volkanları daha fazla içine hapsedemeyen bir dimağın lavları yeryüzüne çıkarmasından ibaretti. Evet bomba patlamış ve ortaya çıkan alüvyonlar tüm yeryüzünü etkilemişti. Yer yer başka bir müzik türüne rastlansada doksanlı yıllar grunge zamanına dönmüştü. Rock'n roll kültürü, kült dönemler ve blues nesli sanki karşısında duramayacaklarını anlayıp onu alkışlıyorlardı.

Evet bir bomba patlamıştı ve bu büyük olayda parmağı olan herkes cezalandırılacaktı. Yapılan çalışmalar göstermişti ki bu olayı 1990'ların başından itibaren, o zamana dek var olan piyasayı sarsan, rock müziğinin çehresini değiştirmeye başlayan grunge akımının öncüsü Nirvana grubunun kurucusu olan Kurt Cobain'dan başkası değildi. Şu sıska, sarı saçlı, soluk benizli yer yer sempati yağmurları çiseleten, asi, melankolik müzik müptelası, Seattle eyaletinin bir oduncu kasabasında dünyaya ağlayarak selam vermiş Kurt COBAIN. Suçlu oydu ve cezası ağır olmalıydı.Yarattığı patlamanın yeryüzünü sarsması mutlaka ödetilmeliydi. Bu büyük patlamadan sonra o ana dek kendisine yüz vermemeye çalışan müzik piyasasınca abartılı şekillerde yüceltilmiş, gerek resmi gerekse ismi kullanılarak ticari bir meta haline getirilmiş, hem de bütün bu şekillerde ölmeden önce temsil ettiği bütün maneviyat aslında tersine çevrilmiştir. İşte belasını bulmuştu lanet olası Kurt. Belki de en nefret ettiği, en çok korktuğu şeyle cezalandırılmıştı; popülarite. Oysa o sadece müzik yapmak istiyordu, daha çocuk yaşlarında tanıştığı gitarını çıktığı herhangi bir konserde parçalanana, telleri kopana kadar çalmak istiyordu. Sıradan olan herkes gibi, sıradan olan bir işi müziğini yapmak istiyordu. O yaşamı bildiği dille, kendi müziği ile anlamak ve anlatmak istiyordu. Ama olmadı, o farkına varmadan grunge akımını baslatmıs ve lanetlenmisti adeta. Öyle ya, o kadar insanı pesinden sürüklemek bir bedel gerektirirdi o da ödeyecekti. Korktuğu, istemediği ve esiri olmaktan korktuğu popülist materyalist toplumun en parlak yıldızı haline dönüştü. Ama bu yüke, bu acıya ve bu korkulu rüyaya daha fazla dayanamadı. Bu onun en zayıf yeriydi, ve bu zayıflığını uyuşturucuyla sıvayarak kapatmayı seçti. Bir söyleşide sorulan soru üzerine 'ben uyuşturucuya bağımlı değilim' demişti. Kimse inanmamıştı bu cevaba, kimse tatmin olmamıştı. Sistemli bir çalışmayla enkaz haline getirilmeye çalışılan Kurt bu konuda yaşanılan başarıyla enkaza dönüşmüştü. Oysa haklıydı, korkularıyla yüzleşecek kadar cesur, onları göğüsleyemeyecek kadar zayıf ve bunun farkına varacak kadar hayatın içinde olan Kurt uyuşturucuya gerçekten bağımlı değildi. O sadece sahip olduğu tüm eksiklikleri, tüm güçsüzlükleri ve tüm korkuları uyuşturucu ile kapatmayı seçmişti. Zihninin sürekli açık ve algılarının sürekli iş başında oluşuna daha fazla güç yetiremiyordu ve bir şekilde dünyayla olan akımı kesmek istiyordu. En kolay yolsa sadece uyuşturucuydu ve o da bundan kaçınmadı. Arızalı olan midesini, sağlam olan ve gayet hızlı çalışan beynini arızalandırarak bastırmayı deniyordu. Hep söylediği gibi 'uyuşturucu içemeyecek kadar büyük bir mide rahatsızlığım var'. Eğer uyuşturucuyu gerçekten herkes gibi nedenlerle içseydi belki de onu en çok ben siktir ederdim dünyadan. Ama o sadece mecburiyetin sonucuydu.

Boşluktaydı, birden içine atıldığı şöhret denen dünyayı anlayamıyordu, popüler olmayı kabullenemiyordu bayağılaşmış gibi hissediyordu kendini ve için için ölüyordu. Sırf bu sinsi ölümü alt etmek, yavaşlatabilmek adına uyuşturuyordu beynini ve söndürüyordu algılarını. O müzik yapmak istiyordu, sadece müzik. Çıkıp sahnede olur olmaz haykırmalıydı, böğürmeliydi. O bir star değildi, olamazdı da buna bünyesi izin vermezdi müziği gibi. O asilerin sesiydi bir anlamda ve popüler olmayı fikirlerine ve de müziğine ihanet görüyordu. Aşk? Kurt'un yamaçlarında pek görülen bir şey değildi. Hayatında sadece üç aşkı olmuştu. Lise yıllarında kapıldığı kendisi gibi sarışın sıra arkadaşı, ergenlik dönemlerinin kızıl saçlı tutkusu ve 'hayatımın kadını' dediği ondan çocuk yapacak kadar kapıldığı Courtney LOVE. Evet "benim tek bağımlılığım şu yılan dilli Courtney'dir?" diye yanıtlamıştı bir gazetecinin sorusunu. O ayıcık objeli pijamalarıyla ve Courtney ile yatakta kalmayı seviyordu. 'benim hayatıma sunulmuş sihirli bir el' diye betimliyordu kadınını. Ve sinsice bir hastalıktı yakalandığı. Curtney hastalığı.

Çok değil yirmili yaşlarının başında kemik halini alan NİRVANA'yı artık kurmuştu. Lise döneminde çaldığı birkaç gurup gelmiş, kurulan Nirvana'dan gel-gitler yaşanmıştı. Son Nirvana artık kendi müziğini yapıyordu. Müzik piyasasının aç kurtları sokaklardan, ve kenar barlardan çekip popüler dünyanın, piyasa hayatının içine fırlatmış ve sonsuza kadar mahkum etmişti. Bu kesinlikle böyle olmalıydı aksi taktirde hala müzik listelerini haftalarca ipotek etmez, edemezdi. Kurt sıradan hayatında, sıradan bir yaşam yaşıyorken, sahnede başkalaşıyordu adeta. Sanki o uysal, içine kapalı, suskun, Kurt gidiyor ve yerine bir kaplan kadar yırtıcı, bir aslan kadar asi bir adam çıkıp geliyordu. Dayanamadığı ve kendinden geçip, kendi müziği ile transa uğrayıp gitarını kırdığı konserler bunun kanıtıydı. Kim bilir kaçıncı pogoyu yapıyordu dinleyenlere. O kendinden geçiyordu, belki de sahnede ruhu ile zihni bir birlerine kıçlarını dönüyorlardı. Ve Kurt bu rahatlığı, bu hafifliği her hücresiyle yaşıyor ve kanıksıyordu. O sahnede tam oluyordu ve tam olup hiçbir şeyi düşünmeyince de olan her şey oluyordu. Gurup arkadaşları bile bazen anlayamıyorlardı onu. Bu nasıl olabilirdi bir insan nasıl böyle değişirdi. Hatta bir keresinde artık ona dair korkular beslediklerinden söz etmişlerdi.

Sadece yaşamak istiyordu, kendisine biçilmiş zamanı doyasıya , hızla, sorgusuzca yaşamak. Ne gerekiyordu bunun için içmek mi? Onu da zaten yapıyordu. Müziği seviyordu ve müzik yapmaktan başka bir anlamda yüklenmiyordu. Bir akıma öncü olduğundan haberdar bile değildi belki. Çünkü hiçbir şeyi umursamıyordu. Doğan çocuğuna 'been' ismi verecek kadar çatlamıştı akıl asfaltı ve oda ses etmiyordu. Haykırmak istiyordu. Ara sıra değil içindeki hezeyan dinene kadar haykırmak, yetmiyordu diye sahneler o da uyuşturucuyla telkin ediyordu için için isyanlarını. Gerçekler hep öndeydi ve o bunun beklide herkesten çok farkında.

Aklımda bir şarkıdan kırık dökük sözler dönüyor. Biraz Kurt'ü, biraz beni, biraz herkesi yakalayacak anlatacak belki piç edecek. Dumanlı bir havayı soluyup bohem dünyalara kapılan (ya da buna çabalayan) bir gurup. Sözleri şuna benziyordu sanırım
;
 

Bakma bana öyle derin
işim olmaz senle benim
Hiç bu kadar sevilmedin
Gözlerinden okuyorum
Haberin yok ölüyorum

Sorma bana nerelisin
Ne içersin ne giyersin
Derdim sana derman osun
Ben gönülden okuyorum
Haberin yok ölüyorum

Azdı yine deli gönül
Üzerine geliyorum
Geçti yine boş bir ömür
Ellerinden öpüyorum
Haberin yok ölüyorum

Haberin yok ölüyorum
Sen gelirken ben gidiyorum
Dermanım yok ölüyorum
Ayrılırken ben içiyorum



tıpkı bu sözlerin anlatmaya çabaladığı bir ruh. asil, kült ve dinamizme müptela. müphem trajedyalar değil etiyle kemiğiyle destanlar yaşamaya aşık bir ruh. işte kurt, ve işte için için, sessiz sedasız ölüm portresi.


  
Bir kuşak atlamıştı onu ve oda bir kuşağa yapışmıştı. 'Beat' denilen spesifik kuşak yerini 'kaybeden' kuşağına emanet ediyordu. Ve Kurt bu kuşağın en sağlam üç kaybedeninden biriydi. Sorulacak en doğru sorular 'ne kaybediliyor?, nasıl kaybediliyor?, kim kaybediyor?' idi belki ancak onun bu sorulara verebileceği onlarca cevap vardı ve sırf bu cevap zenginliği bile ona bu kuşakta sağlam bir yer edindirmeye kafiydi. Jimi HENDRIX'in ardından en sağlam kayıptı. O ruhunu kaybetmemek için metalaşmayı, çindeki duygular için maddesel olan her şyi ve hatta dünya starıolmayıkaybetmişi. Kırılan ruhu çok sağlam bir kale imajı vermiyordu ve bu zayıflığı yavaş yavaş zamana karşı Kurt'un sonunu hazırlıyordu. Daha fazla dayanamazdı her zayıf olan gibi. Evet her zayıf kadar zayıftı ancak onu hepsinden ayıran bir çok niteliği vardı. Sırf NEVERMIND gibi bir albüm yaptığı için bile nirvana başarılı sayılabilirdi. Ama olmadı içindeki karanlık yaşam adına daha fazlasını sunmadı ona. Son vuruşu yaptı. Altın vuruş. Ama o kadar kararlıydı ki elindeki tüfekte ateşlendi.

* Kaybedendi. Kaybetti. Ama sorulması gereken sorular gözden geçirilmeli.

* Öldü. Ölümün var olan üç türünü, ve bu türlere bağlı üç nedenid e bir araya getirdi ve gömdü ruhunu.

* Rock'n roll yaşam onun bedeninde, onun ruhunda yenilendi. Şimdi grunge denen bomba hala etkili.

* Şimdi o bir ilah. Şimdi herkes onun peşinden koşuyor.


Oysa her şey zırva. O güçsüz, adi bir pislikten başka bir şey değildi belki.

Ah Kurt ah, içine girmekten kaçındığın metalaşma fazına karşı duruşunu o cesaretini bir de korkularına gösterseydin. Şimdi eksik kalır mıydın?...

ve son noktadan evvel yine Kurt'e yine leş bir gurubun sözleriyle;

arkadaş sen bu değilsin
Görünüş sadece giysin
Arkadaş niye gücendin
Alıştım karıştım ben sana
Rüyanda görsen inanma

Arkadaş sen bu değildin
Bilinen sadece ismin
Arkadaş niye değiştin
Alıştım karıştım ben sana
Rüyanda görsen inanma

Arkadaş sen bu değilsin
Yaşayan sadece fikrin
Arkadaş niye gücendin
Alıştım karıştım ben sana
Rüyanda görsen inanma

Sana boynumuzu eğeriz sanma
Hakkımızı gelir alırız zorla
Saklayacak yüzün yok yok
Rüyanda görsen inanma
...

Kutsal ruhuna atfen ?


Kayra ZORAN





ein Bild

    Bir dergi, gazete kâğıdı kalitesindeki sayfasının bağlığına kocaman puntolarla, her okuyanın gözünün bebeğine batıp incitsin diye yazmıştı ismini. Kocaman, büyük harflerle ve kalın puntolarla yazılmıştı GÖRKEMLİ KAYBEDEN diye. Oysa o hep küçük harfler kullanmıştı içinden konuşurken. İnsanlara şarkılarını usulca fısıldarken hep küçük hatta minicik cümleleri yine aynı minyatürsel harfler kullanmıştı. Kimseyi incitemeyen ruhu ancak kendini incitip kaybetmeye sürüklemişti. Onu diğer kaybedenlerden ayıran beklide en önemli özelliği de bu küçük ve sessiz harfler kullanmasıydı. 1934 yılında Montreal'de başlayan hayatı, neredeyse koyu bir Yahudi inancıyla pişiyordu.

 Bu denli narin oluşu ve bu denli küçük ve sessiz harfler kullanışı tabiki de içinde kopan volkanların verdiği boşalımın neticesiydi. Dokuz yaşında kendisini bırakıp terk eden babasının karşısına dikilip hesap sorma planlarının içinde kopardığı fırtınaların dışa vuran sessizliğinden başkası olamazdı da. Yoksulluk Yahudi oluşuna ters olsa da, yine Yahudiliğin muhteşem bağlılığının ailesine ve tüm akrabalarına yüklediği sahiplenme sorumluluğu nispetinde geçimlerini sağlayan bir ebeveyn birlikteliğinin dokuzuncu yılında yıkılmasının yarattığı hesaplaşma anı özlemi. Evet, Cohen'in sessizliğinin ana nedeni kesinlikle buydu. Beklide içine kapalı, suskun çocuğun günümüzün şair, yazar ve muhteşem ses sahibi Leonard COHEN olmasındaki en önemli neden. Çocukluğunda zihnine saplanan intikam isteği bir bıçak olmuş ve kesmişti volkanları tutan setlerini. Ama ters giden bir şeyler sonucunda lavlar dışarı değil içine boşalmıştı.

Çok değil doğumundan on altı yıl sonra Cohen gitar ile tanışıyor. Kendine o kadar yakın hissediyor ki adeta içindeki her şeyi tellerine kazıyıp, gitara döküyor. Ve gitarda dayanamayıp yansıyanları o muhteşem melodilere çeviri veriyor. Ve çok geçmeden 'buckskin boys' ismini verdiği sokak grubunu kuruyor. İşte daha bu zamanlarda bir 'Leonard Cohen' sesi kısık bir tonla sokakta olan herkesin kulağına sızıyor. İçindekiler, yaşamla olan sürtüşmeleri, babasızlık, intikam, kilise yaşamı ve genç yaşın sancıları daha da katmerleşerek Cohen'in önce melodilerine, ardından şarkı sözlerine, şiirlerine ve romanlarına ses, ve harf olup yığılıyor. Yaşadığı her şeyi anlamlandırma çabası beyninde uzun vadeye olmasa da anlık yaşamına etki ediyor ve bu etkiler yığılıp yaşamla sorunlu bir sürece girmesine neden oluyor. Belki de o hayatı sevmiyor, hayatta ona ölüm denen hediyeyi vermiyor. Şu cümle geçiyor aynı derinin unutulmuş beklide hiç okunmamış sayfalarında 'Leonard durmuyor. Beyni ancak rüyalarda yorgun düşüyor. Kâbustan uyanan adamın paniği ile gitarına saldırıyor. Yarım kalmış sevişmeleri, ikilemleri, müziğin büyüsünü anlatıp duruyor.' Beklide bu cümle boyutlarını geçen bir hasletle koca Leonard Cohen'i anlatmaya yetiyor. Evet, tam olarak aynısı olurdu yazılacak uzun uzadıya anlatımlar. Bu cümlenin ne artısı ne eksisi vardı. Tamamen oydu ve onun yaşamına koyduğu sınırın anlatımıydı. O kendini yırtıyor, ve gök yüzünü gitarının telleriyle kesip buranın dışında bir yerleşim yeri kuruyor. Ve kaleminden çıkan her kelimeyle bunu onaylarken, sesiyle davet ediyor tüm kulak verenleri.

'Gitarından çıkan melodilerin kalbine dokunan sözlerle hayat vereni' Leonard COHEN;

Melodromik sözlerin sırıtmadığı, ve yüksek harflerin, yırtıcı seslenişlerin hakim olmadığı o sihirli müzik ve ses veren. Tam manasıyla bohem bir hayat adına sürüklendiği nefes alımlarında, sayılıpta verilmişçesine sahip olduğu nefesi suskunlukla geçiştiren gönül adamı. Dahasına gerek yok işte hepsi bu. Bir paradoks yaşayanı olarak içinde kalmaktan haz ettiği çelişkiler ve çırpınış çabaları, yırtılmış bir ruh ve sızdırdıklarından ibaret onun müziği. Kısaca yaşam, kısaca gerçek mana boyutunun seyir treni. Dinlemeli, dinlemeli. Ağır havalarda, bir şişe biranın dudaklar arasına girmek için sigara ile savaştığında farkına varmadan o dudaklar arasına sessizce girmeyi başarmış şarkı sözleri ve ıhımmmm, hımm, hımmı mırıldanışlarıyla eşlik edilen şarkşlarşn hayat vereni söyleyince sigarada, şişede yenilgiyi kabul etmeli. Tıpkı şarkınşn esaretine girmiş beden ve ruh gibi yığılıp bir yere, galibiyeti seyretmeli. 1967 yılını gösteren zaman ilk albümüne de merhaba diyor Cohen'in. Soluk benizli dergi müziğine dairde şunları kazıyor dimağlara; 'bir gece öncenin unutkanlığı, içkinin bıraktığı acı tat, eksik sevişme. Gözlerin arkasındaki karanlıkta Leonard.'

'bırak güzelliğini tanıklar gittiği zaman göreyim
hareketini hissedeyim babil'de yaptıkları gibi.
Bana yavaşça göster, ancak sınırlarını bildiğim şeyi.
Dans et benimle aşkın sonuna dek.'

Böylesine duru, derin ve sağlam işte. Bir iğne ile saşlam bir uyuşturucunun enjekte edildiği beyin gibi dumur olup apışmaktan başka, için için içerlemekten başka bir şey kalmayacak beklide dinleyip büyülendikten sonra.

Mistik şiirlerin şaire selamlar. Kaleminin kağıda göz yaşı sunduğu yazar; Leonard COHEN


1956 yılı olduğunda kitap raflarında ilk şiir kitabı yer edinmekte zorlanmıyor. Çünkü onun kalemi yaşamla olan sorunlarını müthiı mistik bir havayla kazıyor kağıt satırlarına. Buda karamsar bulunmasına rağmen, tüm okuyanları adeta zamk gibi olduğu yere akıtıyor. Ve kitaptan fırlayıp zihne yığılan her harf, her cümle o zamk haline dönmüş benliğe saplanıyor. Aynı derginin isteksiz sayfaları şunları yazıyor; 'Leonard susuyor. İçindeki kelimeler haykırıyor. Derisine yapışmış yağmur damlaları arasında kurulanmaya çalışıyor.?


Yaşamla alıp veremeyişlerin, gölgeye sığınmaların ve girdapların işlendiği kitap yaprakları. Bir roman yazılmışsa ve tema hayat?ın boktanlığı ise yazarı muhakkak o dur. Leonard COHEN

Bunca şey birde romanla taçlanıyor. Yine onun o kapkara yazan kaleminden. Hayatın tüm yosmalığına lanet yağdıramasa da o tüm hezeyanlarını işliyor ince ince romanlarına. İronik tablolar resmediyor, ironiyi yaşayanlardan çaldığınca. Düne takılıp kalmıyor, geleceğe büyük bir aşktan arda kalanla bakarken o an ile devasa bir aşka yelken açıyor. Anın getirip suratına vurduğu her şey ile sevişiyor, savaşıyor ve demleniyor. Hayatı yaşıyor kısa süreli hafızası 'error' vermedikçe. Ve ardından işliyor dizelere, kelimelere. O kitaba dert yanıyor, kitapta onu dinliyor. Ve okuyucuya sıra geldiğinde ise, o kısık sesli usul usul kurulmuş cümlelerin sahibi bir ilahi müzik edasıyla dolduruyor gerçekleri dimağa. Tıpkı bir sözündeki gibi. 'Yaşama karşı en büyük silahlanma gerçek olanı yaşayabilmektir.'

Leonard COHEN. Hayatı sükut içinde yavaş sınıflı sürat limitiyle yaşarken, hazım ediyor her anı ve arta kalanı içki şişesiyle dolduruyor idrar kesesine ve zamanı geldiğinde de bir köşeye işeyerek fırlatıyor dışarıya. sonrasına lazım olanlardan ayırıp. İşte o ayrılmış kısmı, şarkılarla, şiirlerle romanlarla birer şiringayla enjekte ediyor ruhlara, açık olan dimağlara. morfin edasıyla.

 

Kayra ZORAN


sevgi ve saygılarla..
.

 


BİR EKSİK KUŞAK

Beat kuşağının kayıp yaşayanları. Evet eksik kalan kuşaktır o kuşak. Yeni arayışların belkide en yoğun gerektiği ve en ağır bedellerin onları artık umursamaz kıldığı kuşak. Evet belkide onların ödedikleri diyetler bu gün perhiz yapmamamıza neden oldu. Ve aynı arayışlarda boğulmayışımıza tabi...
LOST

Bir dönemin en bildik jargonu "lost". Evet gerçekten bir kayıp vardı. Tıpkı beat kuşağı edalı kayıp bir kuşak. Ne farkı var her ikisinin de... belki de yok ama bana göre oldukça farkli iki kulvar...

YİTİK NESİL

Bir popüleristlik hegemonyasına dalmanın sonucu, populist mantalitenin esaretine girerek kaybolup gitmiş, çoğulcu yaşam yerine bireysel yaşama sıkıştırılmış ve trendy olmak, markalaşmak adına bir yığın şebeklikler ile göz boyama işlevi içine girmiş, bohemlikten uzak ama sanki en koyu bohem yaşama mahkum edilmişçesine umarsız yaşayan ve toplumun tam ortası yerine kıyılarına itilmeye çalışılan bir nesildir.
Bir adam ve bir kadın ancak doğru tarihsel süzgeçten geçtiklerinde efsaneleşirler. Tıpkı Leyla ile mecnun gibi. En az onlar kadar yalan ve en az onlar kadar şanslı.


kayra zoran
 
Bugün 6986 visitorskişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol